Kent Üniversitesi

Avrupa Siyaseti Semineri: Rusya-Ukrayna Ortasında NATO-Rusya İlişkileri Bilgi Notu

Tarih : 02.07.2024

Polonya Lublin Katolik Üniversitesinde akademisyen ve Lublin’de konuşlu Orta Avrupa Enstitüsünde araştırmacı olarak çalışan Prof. Dr. Tomasz Stepniewski ve Dr. Öğr. Üyesi Andrzej Szabaciuk İstanbul Kent Üniversitesine Erasmus Öğretim Üyesi Değişimi kapsamında bir ziyaret icra etmiştir. Bu vesile ile “Avrupa Siyaseti: Rusya-Ukrayna Savaşı Ortasında NATO-Rusya İlişkileri” temalı bir seminer düzenlenmiştir. İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakülte Dekanı Prof. Dr. Hasret Çomak’ın hoş geldin konuşmasının ardından Erasmus Koordinatörü Emel Magriso tarafından yapılan üniversite tanıtım sunumu yapılmıştır.

Müteakiben Doç. Dr. Ozan Örmeci’nin moderatörlüğünde düzenlenen seminerde, ilk olarak Dr. Andrzej Szabaciuk tarafından “2022 Sonrası Rus Dış Politikasında Ukrayna ile Barış Müzakereleri” bir bildiri sunulmuştur. Dr.  Szabaciuk özetle Rusya-Ukrayna Savaşı’na neden olan faktörleri ve tarafların beklentilerini anlatmıştır. Szabaciuk’a göre, Rusya, 2014 Kırım ilhakı sonrasında, savaş öncesinde, NATO genişlemesi karşısında kendisine savunma güvenceleri verilmesini, Ukrayna’nın doğusunda Donbas bölgesinde yaşayan ve anadili Rusça olan Ortodoks nüfusun korunması ve Ukrayna’nın demilitarize edilmesi gibi beklentiler içerisinde olmuş ve bu beklentileri gerçekleşmeyince de Rus lider Vladimir Putin, savaş için düğmeye basmıştır. Polonyalı akademisyen, Putin’in ve Rus devlet adamlarının son dönemdeki konuşmalarında Ukrayna’yı bağımsız ve egemen bir devlet olarak görmediklerini açıkça belirtirken, Rus Ortodoks Kilisesi’nin de Ukrayna Savaşı’nı Kolektif Batı’ya karşı yürütülen “kutsal bir savaş” olarak yansıttığına vurgu yapmıştır. Szabaciuk, Ukrayna’nın ise, savaş öncesinde Rusya’nın etkisinden çıkarak Batılı kurumlara (NATO ve Avrupa Birliği) üyelik ve Kırım’ın yeniden topraklarına katılması arayışında olduğunu belirtmiştir. Polonyalı akademisyen, Türkiye’nin ise Batı bloku ile yaşadığı sorunlar temelinde bu savaşı çok kutuplu dünya düzeninin inşası ve Türkiye’nin bu yeni düzende güçlü bir şekilde yerini alması temelinde değerlendirdiğini söylemiştir.

Daha sonra savaşın bitirilmesi hususundaki barış görüşmelerini hatırlatan Leh araştırmacı, Rusya’nın Ukrayna topraklarından çıkmak için öne sürdüğü Ukrayna’nın tüm silahlarını teslim etmesi, Moskova’nın “Nazi” olarak değerlendirdiği Kiev’deki rejimin değiştirilmesi ve Ukrayna’nın NATO’ya üye olmaması gibi şartların Kiev tarafından kabul edilmemesi nedeniyle görüşmelerin ilerlemediğini vurgulamıştır. Dr. Andrzej Szabaciuk, Türkiye’de gerçekleştirilen ikinci etap görüşmelerde ise, Rusya’nın Kiev operasyonunun başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından müzakere yoluyla başarıya ulaşma şansının oluştuğunu ve Moskova’nın bu dönemde barışa açık olduğunu Ukrayna’nın AB üyeliğine itiraz etmeyerek gösterdiğini, ancak işgal edilen topraklar nedeniyle Ukrayna’nın ve Batılı müttefiklerin taviz vermek istememeleri nedeniyle görüşmelerin sonuçsuz kaldığını ifade etmiştir. Bu konunun halen en temel mesele olduğunun altını çizen Szabaciuk, barış görüşmelerine dair ciddi umutların bulunmadığını zira her iki tarafın da iç politik gerekçeler nedeniyle taviz vermesinin mümkün olmadığını söylemiştir. Polonyalı akademisyene göre, siyasi kültürün güçlü lider kültü etrafında oluştuğu Rus siyasi coğrafyasında ne Vladimir Putin’in ne de Zelenski’nin savaştan çekilme ve zayıf gözükme şansları yoktur. Ancak sahada önemli bir gelişme olması veya Türkiye gibi etkili üçüncü ülkelerin yaratıcı öneriler ve çözüm yolları bulmaları halinde, her şeye rağmen çözüm için bir şans olabilir.

Ardından Dr. Öğr. Üyesi Murat Koray ise ”Karadeniz Havzası Bağlamında Türkiye-Polonya Güvenlik Mekanizmalarının Geliştirilmesi” başlıklı bildirisinde; genelde olumlu seyreden Türkiye-Polonya ikili ilişkilerinin kökeninin 15’nci yüzyıla dayandığı, soğuk savaş sonrası Polonya’nın yeni dünya düzeninde önemli bir bölgede önemli bir aktör olarak ortaya çıktığı ve 199 yılında NATO’ya üye olduğu, yeni istikrarsızlık ortamında merkezi ülkeler olarak Türkiye ve Polonya’nın kırılma hatlarında ve kalpgahın çevrelenmesinde kenar kuşakta yer aldığı ve tehdide doğrudan maruz kaldığı, tehdide karşı kümülatif bir etki yaratmak için kuvvetli mikrolateral ittifakların oluşturulmasının önem arz ettiği, mevcut durumun iki ülke arasında AUKUS benzeri bir stratejik işbirliği yaratılmasını gerektirdiği, NATO ve benzeri ittifaklarının sağladığı güvenlik garantisinin sorgulanabilir olduğuna değinmiştir. Devamında cari savaşın genişleme potansiyeli olduğu, her iki ülkenin Karadeniz’e bakışının farklı olduğu, tarihsel olarak kıyıdaşları arasında kuvvet dengesi olduğunda Karadeniz’de barış, gruplaşmalar olduğunda çatışma olduğu, güvenlik kaygısının ülkeleri bekasını sağlamaya yönlendirdiğini, refahı ve huzuru sağlamayı geri plana atmaya mecbur kıldığını, yeni dünya düzeninde uluslararası ticaretin barışı sağlamaya yetersiz kaldığını vurgulamıştır. Bu meyanda,  Genişletilmiş Karadeniz yaklaşımın bölgeye istikrarsızlık getireceğine, Karadeniz özelinde Montrö Sözleşmesinin güvenlik ve istikrarı sağladığına, benzeri uygulamaların diğer coğrafyalarda da uygulanabileceğine, Türkiye ve Polonya’nın güvenlik politika ve stratejilerini beraber geliştirebileceğine, silahlı kuvvetler arasında karşılıklı işbirliğinin ilerletilebileceğine, bilim, teknoloji ve eğitim alanında işbirliğinin artırılmasının yararlı olacağını, üniversitelerin işbirliği zemininin hazırlanmasında önemli rol oynayacağına değinmiştir.

Prof. Dr. Tomasz Stepniewski ise, “2022 Sonrasında Değişen NATO-Rusya İlişkileri” temalı bir bildiri sunmuştur. NATO’nun Doğu Avrupa Politikası alt başlığında Avrupa, Post-Sovyet ve Orta Doğu Bölgesel Güvenlik Komplekslerinin kesiştiği bu coğrafyada Avrupa güvenliğinin merkezini Doğu’ya kaydığını, Post-Sovyet coğrafyasındaki donmuş sorunların ve istikrarsızların mevcut olduğunu, Baltık’tan Hazar’a erişen bu coğrafyanın sadece NATO için değil tüm paydaşları için önem arz ettiğini ve NATO’nun müstakbel genişleme mihveri olduğunu vurgulamıştır. Ukrayna ve Doğu Avrupa Politikası bağlamında ise, Rusya’nın ”status quo ante” yani eski duruma dönmeyi hedeflediğini, askeri güç ve enerji unsuruna dayanan bir oyun kurduğunu, 2022 öncesinde kısa ve orta vadede Güney ve Doğu Ukrayna’yı istikrarsızlaştırmaya amaçladığını, Ukrayna’yı Büyük Rusya’nın ayrılmaz bir unsuru olarak gördüğünü, Yeltsin dönemi ve sonrasında Vladimir Putin’in ilk yıllarında Rusya’nın Batı dünyası ile yapıcı ilişkiler kurduğunu ve NATO ile ilişkiler geliştirdiğini, ancak ilerleyen yıllarda ABD’nin Irak işgalinin küresel güneyde yarattığı tepkiler ve Avrupa Birliği’nin Komşuluk Politikasını (ENP) geliştirerek yumuşak gücüyle eski Sovyet coğrafyasında giderek Moskova aleyhine daha da etkili olması nedeniyle Gürcistan’daki Gül Devrimi ve Ukrayna’daki Turuncu Devrim olaylarından dersler çıkarak daha Batı-karşıtı bir politikaya yöneldiğini ifade etmiştir. Putin’in 2007 Münih Güvenlik Konferansı konuşması ve 2008 Rusya-Gürcistan Savaşı’nı bu konudaki dönüm noktası olarak ifade eden Stepniewski, Rusya'nın "renkli devrimler" korkusunu "yakın çevreye" yönelik iddialı politikasını zorlamak için kullandığına değindi. Rusya’nın yakın geçmişte Ukrayna’yı işgal ederek 1994 Budapeşte Protokolü’ne uygun ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne saygılı davranmayarak olası bir diplomatik çözüme dair umutları azalttığını ve donmuş bir soruna dönüşme potansiyeli olduğunu vurgulayan Polonyalı akademisyen, savaşın en büyük kazananı olarak ise Çin’i öne çıkarmış ve bu süreçte Batı’dan iyice uzaklaşan Rusya’nın Çin’in etki alanına girdiğini iddia etmiştir.

Stepniewski, Ukrayna ve Batı dünyasına yönelik eleştirileri haksız bulduğunu belirterek, bu savaşın temelde Rusya’dan ve Putin’den kaynaklandığını ve Ukrayna’nın topraklarını korumakta haklı olduğunu vurgulamıştır. Buna karşın, Zbigniew Brzezinski’ye de referansla, Rusya’nın Batı ile ilişkileri ve NATO’nun genişlemesi konusundaki kaygılarının giderilmediğine vurgu yapan Leh araştırmacı ve akademisyen, Türkiye’nin ise özellikle “Tahıl koridoru anlaşması” ile bu süreçte yapıcı bir aktör olarak öne çıktığını ifade etmiştir.

Bir sonraki gündem maddesi olan ”NATO’nun Doğu Kanadının Güvenliğine İlişkin Gelişmeler” başlıklı bildirisinde Prof. Dr. Yaşar Onay, bu bölgede caydırıcılık ve istikrarın tesisi için İttifak tarafından alınan stratejik önlemleri vurgulamıştır. Bu kanatta konvansiyonel tehdidin yanı sıra altyapı ve kamuoyu algısını hedef alan siber saldırılar, yanıltma kampanyaları ve yıkıcı faaliyetleri için bir hibrit tehdit yelpazesi olduğunu ifade etmiştir. Bu bağlamda, Estonya’da konuşlu siber savunma odaklı mükemmeliyet merkezinin NATO’nun siber yeteneklerini ve dayanıklılığını geliştirmeyi amaçladığını ifade etmiştir. Bölgedeki müstakbel aday Ukrayna ve Gürcistan gibi ortaklarla savunma yeteneklerini geliştirmek amacıyla özgün girişimler yürütüldüğüne ve AB ile müşterek yürütülen girişimlerinde (PESCO ve EDF gibi) üyelerin ve ortakların savunma yeteneklerini güçlendirdiğine değinmiştir. Karmaşık ve dinamik nitelikli Doğu Kanadının güvenliğinin maruz kaldığı tehditlere karşı özgün yetenekler geliştirilmesinin güvenlik ve istikrarın sürdürülebilirliği açısından önemli olduğunu, bu bağlamda Güçlendirilmiş İleri Konuşlandırma, Hazırlık Eylem Planı ve yoğun askeri tatbikatların İttifak’ın bölgedeki duruşunu güçlendirdiğini, bölgedeki tüm paydaşların dahil olduğu güçlendirilmiş ortaklığın çeşitli tehditleri karşılamakta etkin bir çözüm olacağına işaret etmiştir.

Ardından Doç Dr. Doğan Şafak Polat  tarafından ”Ukrayna-Rusya Savaşının Türk Dış Politikasına Etkileri” başlıklı bir bildiri sunulmuş, Türkiye’nin Montrö Sözleşmesi temelinde Karadeniz’de istikrarın sağlanmasını esas alan ”Ukrayna’yı destekleyen, ancak Rusya karşıtı olmayan” özgün bir politika izlemeye çalıştığı, Rusya’yı ekonomik ve politik olarak tecrit etmediği, taraflar arasında ateşkes ve barış tesis edilmesi için diyalog kanallarını açık tuttuğu, bununla beraber savaşın uzamasının Türkiye’nin tarafsız kalmasını zorlaştırdığı ifade edilmiştir.

Seminer sırasında yapılan müzakerelerde tüm katılımcılar, 2024 ABD Başkanlık seçimlerinin bu konudaki etkisine vurgu yapmışlardır. Donald Trump’ın olası yeniden Başkanlığı ihtimalinde savaşı kısa sürede bitirebileceği iddiasının yanında, konuşmacılar, Trump yönetimindeki ABD’nin Rusya ile müzakerelerde ilerleme kaydedilememesi durumunda Ukrayna’ya destek vermeye devam edebileceklerini vurgulamışlardır. Konuşmacılar, Rusya’ya yönelik eleştirel tutumuna karşın, ABD ve Batılı siyasal elitlerin Rusya’nın Putin’in olmadığı bir denklemde daha da radikal ve tehlikeli bir aktöre dönüşmesi risklerine vurgu yapmış ve bu ülkenin nükleer kapasite anlamında dünya lideri konumuna dikkat çekmişlerdir. Bu bağlamda, Onay, savaşı bitirmek için sihirli bir formül olmadığını, ancak diplomatik müzakere ve çabaların, özellikle de ABD’nin girişimiyle olursa önem kazandığına vurgu yapmışlardır. Stepniewski, ayrıca jeopolitik düşünen bir devlet olan Rusya’nın Ukrayna’yı tamamen kontrolüne alması durumunda, 2030’lara gelindiğinde, Belarus (Beyaz Rusya) ve Moldova’yı da kapsayan ve Ukrayna’yı küçük bir devlet olarak bırakan bir stratejiye yönelebileceğini vurgulamıştır.

Sonuç olarak, bu anlamlı uluslararası seminer, durumu teşhis etme ve farklı perspektifleri gündeme getirme anlamında oldukça faydalı olmuş, bu savaşın nihayetlendirilmesinin hiç kolay olmadığını ortaya koymuş, buna karşın özellikle ABD Başkanlık seçimleri ve seçilmesi halinde Donald Trump’ın güç dengelerine dayalı yaklaşımlarıyla olası bir anlaşmanın gündeme gelebileceğine dair pozitif görüşlerin dillendirilmesine vesile olmuştur. Etkinlikte öne çıkan ortak bir görüş ise, Türkiye’nin bu süreçte barış yanlısı ve uzlaştırıcı diplomatik çabalarıyla uluslararası kamuoyu ve halklar nezdinde artı puan toplaması olmuştur. Bu da kuşkusuz, Türk diplomasisinin bir başarısı olarak hatırlanacaktır. Ukrayna-Rusya Savaşı’nın sonucu ve anlaşma konusunda ise, ABD Başkanlık seçimleri sonrasında Washington’da ortaya çıkacak iradeyi beklemek gerekmektedir. Başkan adaylarının son tartışmasında ortaya çıkan manzara ise, tüm aşırılıklarına karşın, Donald Trump’ın daha iddialı bir aday olduğunu ortaya koymaktadır.

Son derece faydalı ve verimli geçen karşılıklı görüş alışverişlerinin ardından iki üniversite arasında, Erasmus kapsamında öğrenci ve öğretim üyesi değişimi esas olmak üzere, karşılıklı iş bilirliğinin çok boyutlu olarak geliştirilmesi konusunda fikir birliğine varılmıştır.